Beyoğlu'nda Bir Gece Delirmekle Sağlam Kalabilmek Arasındaki O İnce Çizgide Gezerken-1

Koşuyorum. Hızlı nefes almaktan küçük dilimi yutar gibi olana kadar koşuyorum. Ağzımda biraz önce yarıladığım biranın ekşimsi tadı. Şuraya çöküp kussam mı diyorum. Sonra korkuyorum içimdekiler de dökülür gider diye pisliklerle. Pisliklerimi de içimde tutup koşuyorum. Üst geçite tırmanacak kadar dermanım yok deyip yola atlayasım var. Ama ölmeyesim de var sana beni anlatmadan. Tırmanıyorum merdivenleri üçer beşer. Ve inişim de öyle hızlı oluyor. Ve yine nefes kesilmesi. Rahmimin tam üzerinde ve kalbimle aynı hizada bıçkın bir sancı. Sana çocuklar doğuramayacak rahmimin tam üstü kalbimin tam altı sancılıyor. Bastırıyorum elimi kan akıyormuş gibi. Dinmiş gibi oluyor. Işıklar, arabalar, gökdelenler. Buradan kaçmak istiyorum. Tutup nefesimi ilk gelen dolmuşa atıyorum kendimi ardında kovalayanı varmış gibi. Tam ensemde beni yere yatırıp üzerime çullanmak isteyen bir adam, ön koltukta çilekeş şoför, yan koltukta boyası akmış bir kız. Hastaneye bir kişi, metroya şuradan iki, Sabah'ta ineyim ben... Ben var bir de. Bir ben var ineceği durağı bilmeyen. Ne kötü bir vaziyet. Gidiyorum ama duracağım yeri bilmiyorum. Ve birazdan bana hoşçakal diyecek olan telefonuma bir mesaj geliyor. Duracağım yere bile başkaları karar veriyor, nasıl iş diyorum.
-Şunu uzatır mısınız, Beşiktaş.
Evet uzatın lütfen. Ve lütfen inmeyin. Hiç duraksamadan gideyim. Yoksa öleceğim. Birkaç dakikaya öleceğim. Ve öyle bir öleceğim ki fark edemeyeksiniz. Ölmeyeyim lütfen.
Gözlerim yanıyor. Ağlamış olmalıyım. Kafam da vuruyor dolmuşun tavanına. Neden beni içine alabilecek birşey yaratmıyorlar diye küfür ediyorum sonra insanlara. Boşalan arka koltuğa atıyorum kendimi can havliyle. Geçiyorum, caddeler, üst geçitler, insanlar, metrolar geçiyorum. Bakmadan yazıyorum adını ezberimde nasılsa. Ezberden bir numara çeviriyorum sonra. Ve bilindik ne yapıyorsun yine sesi alo diyor. Kısa nefes alışverişler ve birkaç hıçkırık eşlik ediyor konuşmama. Tüm o tanımadığım insanların şefkatini üzerimde hisseder gibiyim. Biliriz der gibi hepsi. Biliriz ulaşamamayı, inandıramamayı. O da biliyor mudur diyorum. Tüm yüzler yine az önceki karanlığa dönüyor. Hiç iyi olmamışlar gibi. Ve sahil görünüyor. Panikle titremiş sesimle bağırıyorum şoföre durakta ineceğim. Çantamı kapıp atıyorum kendimi dışarı. Kimse yok! Beni karşılayan kimse yok. Boş turnikelere bakıyorum. Vapur yok. İnsan yok. Ben? Ben burada mıyım? Korkuyla karışık bira tadı geliyor ağzıma derinlerden. Ama inat ettim kusmayacağım. Yürüyorum meydanı geçip. Üst geçitten tırmanıp yine kitapçının önüne dikiliyorum. Oralıymış gibi rahat ama asla oralı olamayacak gibi ürkek vaziyetler alıyor yüzüm. Ve tanıdık bir yüz. Yabancı bir kucaklaşma faslından sonra telefonum çalıyor. Az önce ne yapıyorsun yine diyen sesin sahibi arıyor. Bu kez geliyorum bekle tonunda sesi. Minnettar kalıyorum. İşte şimdi korkmuyorum. Dönüyorum yine turnikelerin önüne. Bu kez dönüyorlar. Hayatıma dönüyorum ben de. Çökmüş omuzlarıyla geliyor Veysel. Tanıdık yüzleri geldikleri yere gönderip çökmüş omuzlu adama sarılıyorum sıkı sıkı. Telefonu çalıyor o arada. Bana uzatıyor. Alo diyorum. Ve o an sesim güçleniyor, turnikeler dönüyor, insanlar çıkıyor her yandan, vapurlar yarıyor denizi. Köprü ışıl ışıl. Yüzümde de küçük bir gülümseme oluyor sanki. Kısa bir konuşma, anlıyor. Geliyorum bekleyin diyor. Kapatıyorum telefonu ve yine derin sessizlik. Yaprak kıpırdamıyor. Oturuyoruz bir banka. Yaslıyorum başımı Veysel'in omzuna, arka fonda İstanbul. Ve yaşlı bir İstanbul hatırası oluyor. Tersten konuşmayı bırakıp düzgünce anlatıyorum derdimi. Dertleniyoruz. Telefon çalıyor yine. O. Geldi. Kusacak gibi oluyorum. Mayın tarlasında yürür gibiyim ayaklarım nereye basacağını bilmiyor. Ellerim her zamankinden daha soğuk. İşte karşımda. Tanrım tam karşımda. Koşsam ah hayır dursam beklesem. Hayır hayır! Ne yapsam dokunmasam? Dokunmalıyım bunca yıldan sonra karşımda işte. Ve teni. Hoş geldinli bir el sıkışması. O birkaç saniye, birkaç yıl. Vapura atlıyoruz son saniyelerde. Yine eskisi gibi. Solumda Veysel sağımda O. Gözlerimi kapayıp onları dinliyorum. Üsküdar vapuru, Veysel, O, ben. Kısa sarsılmalardan sonra karşı kıyıdayız artık. Atlıyoruz geceye. Gideceğimiz bir ev yok. Sokaklar bizim bu gece. Üşüyorum, hayır üşümüyorum. Arkalarından geliyorum. Bir çocuk gibi koşarak ikisinin de koluna girip eğlenmek var içimde. Ama öylece kalıyor. Yapmıyorum. Bu gece büyük olmaya karar veriyorum. Yokuşlar tırmanıyoruz, hızlıca bakıp arada yoluna devam ediyor. Ses çıkarmıyor, susuyor, susuyorum. Bir apatmanın önünde duruyor Veysel'i bekliyoruz. Namaz kılıyor. Eğer ben de secde etseydim istediklerim olur muydu diyorum gözlerimi tanrıdan kaçırıp. Tanrı şefkatli bir baba gibi gülümsüyor çocuğuna. Utanarak gülümsüyorum ben de ona. Durağa oturuyoruz. Yan yanayız. Ama hala farklı kıtalarda gibiyiz. Çeviremiyorum başımı. Elimde beyaz mavi fularım var. Rüzgarda uçuşmasını seviyorum. Anlat diyor. Anlat kalmasın hiçbirşey. Biraz anlatıyorum. Ezberimden çalıp biraz, biraz da doğaçlama yapıyorum. Ama kelimeler pek bi namussuz bu gece. Ağzımı bıçak açmıyor. Gözlerim doluyor. Camdaki yansımama çeviriyorum başımı. Neden dolu dolu o güzelim badem gözlerin diye birşeyler mırıldanıyor. Şöyle bir havaya bakıp gülüyorum inkar edermişçesine. Küçük patlamalar yaşıyorum sesimin titremesine hakim olamayıp. Yargılıyorum. Hak veriyorum. Suçluyorum. Ve birden sözlerim bitiyor. Bıçakla kesilmiş gibi tam yarıda kesiliveriyorlar. Konuşmalısın bu gece bilinmedik, söylemediğin birşey kalmamalı diyor. Allahıyla kucaklaşıp arınan Veysel çıkıyor kapıdan. Huzurundan bir parça alayım diyorum üzerime hiç yakışmıyor. Ben yine bira kokulu korkularımla kalıyorum. 24 saat açık bir markete oturup acilen demlenmiş çaylarımızı yudumluyoruz bunu her zaman yaparız biz dercesine. Hiçbirşey olmamış gibi. Kutsal ayetlerden alıntı yapıp başka boyutlara taşıyor Veysel muhabbetimizi. Ondan ayrılmaya karar veriyoruz. Biz bir yalnız kalsak müsaadesi isteyip biraz utanmış bir ifadeyle ayrılıyorum Veysel'den. Kucaklaşıyoruz. Kollarındaki ümitsizliği hissediyorum. Teşekkür edip yolumuza devam ediyoruz. Aniden bir taksi çağırıyor. İyi bir adam denk geliyor. İki çocuklu yorgun taksici. Biniyoruz. Taksim abi deyip ve sonra gözlerime bakıp yarın gitme diyor, gitme kal. Kilyos'a gidelim senle. Gitme yarın kal. Tamam diyorum. Hiçbirşey beklemeden çok şey bekliyorum. Yine yollar geçtikten sonra bir köşede iniyoruz. Ve işte İstiklal. Saat 2. Yürüyoruz sadece. Acıktım diyorum. Aslında içim öyle boş ki artık dolmak istemiyor. Üzerimizi çıkartıyoruz. Karşılıklı beyaz kıyafetler içindeyiz şimdi. Keşke bu kadar beyaz olabilsek diyorum.
-Gözlerim senden hatıra, giderken iyi bak demiştin...
Zamansız çalan şarkılardan hep korkmuşumdur. Ve korktuğum başıma geliyor. Yutkunamıyorum. Boğazım düğümleniyor. Karşımda duruyor. Tam karşımda. Camın kenarından Beyoğlu görünüyor. Caddeye dökesim geliyor kendimi aniden. Basıp gitmek istiyorum. Sonra yarı yolda kendime gelip döneyim diyorum. Atıyorum bu deli hallerini üzerimden çıkıyoruz sokağa. Ve Hissiz Haller Parodisi başlıyor.
-Seni asla affetmeyeceğim. Öyle bir kızgınlık ki bu seni kolundan tutup evire çevire dövsem olmadı bağırıp çağırsam şurada yine de geçmeyecek bir kızgınlık. Çok kırdın, paramparça ettin. Asla unutmayacağım.
Sessizce dinliyorum. İçindekileri döksün istiyorum. Rahatlasın. Hatta bağırsın şimdi sokak ortasında. Hiç utanmam onu kırmaktan utandığım kadar. Yapmıyor. Konuşuyor sadece. Yılların verdiği alışkanlıktan anlıyorum sesinin kırılma noktalarını.
-Herhangi biri gibi geldim bu gece sana. Sadece merak ettiğim için. Yani sadece konuş diye. Öyle, herhangi biri gibi.
Biliyorum, yıllar sonra bunca kızgınlığına rağmen gece yarısı bir telefon seni öyle merak içinde bıraktı ki Kilyos'tan kalkıp geldin. Biliyorum sadece herhangi biri için o saatte o kadar yolu teptin. Ve biliyorum sadece ne olacak acaba diye merak ettiğin için burada, yanı başımda yürüyorsun. Ve birşey daha biliyorum; seni. Herhangi biri gibi biliyorum. Kendim gibi, senin gibi biliyorum. Bu yüzden hiç alınmıyorum sözlerine. Gülümsüyorum sadece çocuğunun çikolata yalanını yakalamış bir anne gibi. O an sıcak yatağında uyuyan annen gibi. Gülüyorum sana. Tinerci tipli bir adam yolumuzu kesiyor nazikçe. Yol parası istiyor senden. Çekinmeden veriyorsun. Unutmadan da sende yabancı olduğum bir şey yapıyorsun. Sigara var mı abi? Bana da ikram ediyor bizim tinerci ondan beklenmeyen nezaketle. İstemem sağol diyorum. Sende hiç görmediğim sigarayı dayıyorsun dudaklarına. Emip tüketiyorsun bir iki dakikada. Acımayla karışık bir kızgınlık sahibi oluyorum o an. Sonra yol bitiyor. Yeni baştan dönüyoruz aynı yolu bu kez sondan başa doğru yürüyoruz. Gül satan adam bir şarap parası uğruna güllerini önemsemeyip "şarap param kalmadı birşeyler verebilicek misin genç" diyor. Ona da veriyorsun cebindeki son paraları. Sonra akıl edip dönüp şarapçıdan hakkın olan gülü de istiyorsun.
-Bu gülü sana versem biliyorum, yıllarca saklarsın. Ve biliyorum çok mutlu olursun. Ama ben herhangi biri olarak bunu yapmayacağım.
Evet biliyorsun, o benim olsa onu yıllarca saklarım. Ve mutlu da olurum belki. Ama sen herhangi biri olduğum için bunu yapmayacağından o gül de benim için herhangi bir gül olacak. Yürüyoruz. Artık bana onu anlatıyorsun. Buselik makamına geçiş yapıyoruz derin hüzün şarkılarından. Sen anlattıkça ben yalnızlaşıyorum. Beyoğlu'nda yürüyen herhangi biri oluyorum. Kulaklarımı sana tıkıyorum. Ve dayanamayıp sessizce anlatma diyorum. Acı çektirmek isterken kendini kandırıyorsun çünkü. Kendini kandırmana izin vermiyorum.
-Al, sadece içimden geldi.
Ve yarım saat sonra şarapçının gülü senin ellerinden ayrılıp benim elime yerleşiyor. Öpüp kokluyorum onu. Hoş geldin ne de iyi ettin gelmekle diyorum. Konuşuyoruz biraz sen öte yanımızda kızmış adam rollerini oynarken. İçinden geldim diyor. Olsun diyorum içinden gel yeter ki. Yoruluyoruz sonra. Gezi Parkı'na uğruyoruz. Meydana tepeden bakan ince duvarın üstüne oturuyorsun. Çantamı başımın altına alıp uzanıyorum yan tarafına elimde gülün tabuta yatırılmış elleri göğsünde kenetlenmiş ölüler gibi. Yine anlatıyorsun.
-Herşey biter, herkes gider. Birgün unutursun beni. Olamayız biz. Çok kızgınım sana. Affedemem seni olmaz. Zamanla olur. Hatırlamazsın bile.
Dinliyorum seni. Gözlerim kapalı. Biran susuyorsun. Açmıyorum gözlerimi devam edersin diye. Birden kalkıyorsun ve yüzün yüzüme değiyor. Çocukça bir tereddüt yaşıyorum ve inandırmaya çalışıyorum anın büyüsüne kendimi. Ve buradasın işte. Yüzüme değen sensin. Nefesimi kesen sensin. Söylediklerine kendisi bile inanmayıp tersini yapan sen. Sen işte! Bu sancılı öpüşten sonra geç kalınmış bir kucaklaşma alıyor sahnedeki yerini. Derin derin sarılıyoruz. Ellerimi saçlarına, yüzüne sürüyorum sabah olduğunda kokun kalsın diye. Ve ağlıyorum sonunda boynuna gömüp yüzümü.
-
Çok sevdim seni. Ve bak nasıl sıkı sıkı tutuyorum şimdi. Eğer bırakırsam eğer sen şimdi gidersen elinden annesi alınmış bir çocuk gibi olacağım.
-Ben de seni çok sevdim
, diyorsun ve susuyorsun.
İzin veriyorum gitmene. Sakince bırakıyorum seni. Güzel bir söz bulup söylüyorsun o an şarkılardan çalıp. Benim daha güzel bir sözüm var diyorum sana. Sormuyorsun. Bir taksi çeviriyoruz yine. Seni götürmeye karar verdim diyorsun. Oturuyoruz, kollarını açıyor ve bekliyorsun. Sığınıyorum sana. Elimi tutuyorsun tutmakla bırakmak arasında. Geçiyoruz yine yolları. Beyoğlu kalıyor biz gidiyoruz. Boğaz köprüsü bomboş. Uykuyla uyanıklık arası izliyorum yolu. Işıklar, yükseklik, şekerli kokun, ellerin, yüzün...
-Neydi benimkinden güzel olan sözün?
-Yarımsın; ama tam karşımdasın. Tam karşımdasın; ve yarımsın
, diyorum.

Yorumlar

Popüler Yayınlar